Bayramlarda Huzur evleri, yaşlı ve düşkünlerin TV’deki görüntüleri, ister istemez insanı düşüncelere daldırıyor. Yalnızlığı, kendi dahil herşeyi sorgulamaya başlıyorsunuz. Anlıyorsunuz ki; insanın evrende yeri de, yetenekleri de, gücü de, ömrü de sınırlı...Ama, istekleri ise, hudut tanımaz, doymak bilmez cinsinden.
Hayat, ölüm, iç içe. Hayat, ölümün tehdidi altında, ölüm de hayatın mantığı içersinde. Zaten, dünyanın düzeni, ölüm üzerine kurulmuş. Tüm canlılar, ölüm mahkumu, ölüm korkusu da, hayatı tatlı ve değerli kılmış. Var olma bir savaş, hayatta olmak da bir başarı, bir zafer. O zaman, yaşamı, bir yük gibi taşımamalı insan.
Yaşamda bir yön seçmek ve onu sevmek şart. Bunlar yoksa; ümit te yoktur mücadele gücü de. Yaşam mücadelesi, sıkıntıları, dertleri yenmek demek, yaşamayı istemek ve sevmek demek.
Hayat, devamlı bir öğretmen sanki. Hem öyle bir öğretmen ki, biz öğreninceye kadar ders vermekten vazgeçmeyen. Yaşıyarak öğreniyoruz. Ölüm de, çok şeyler öğretiyor bize. Dünya, zıtlıklarla dolu. Ferahlık ve Ieselli veren göz yaşları da var, yakıp kavuran, acıya boğanları da. Izdıraplar yanında sevinçler, kötülükler yanında iyilikler...Zaten, sıkıntısız, sorunu olmayan bir hayatta çekilmez ki.
O çok sıkıcı, ve tek düze bir şey. Gene de yaşamak, bir nimet, hem de peşinen ödemeli bir Tanrı nimeti. Öyleyse, bu kutsal hediyenin değerini bilmeli ve o yüce kudrete şükretmeli.
Fazıl Hüsnü Dağlarca; Söyle Sevda İçinde Türkümüzü adlı şiirinde yaşam ve ölüm için, bakın neler demekte ve sonunda yaşamanın güzelliğin, de karar kılmakta...
Söyle sevda içinde türkümüzü
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan dallarla, bulutlarla bir,
Aynı mavilikten geçmiştir
İnsan nasıl Ölebilir
Yaşamak bu kadar güzelken?
Kişiliklerimiz, çok defa genel potanın içerisinde erimeye mahkum. Çoğunluk; basit toplumsal alışkanlıklarla, çıkarlarla yaşamını sürdürüyor. F arklı, ayrı olabilmek ve de öyle kalabilmek çok zor. Kaldı ki, hiç kimse, göründüğü kadar da mükemmel değil. Ruhsal yapımız, kişiliğimiz de önemli. Kötümserler; hedefsiz, güvensiz ve mutsuzlar. Sevmeyen sevilmiyor, ilgi ve yardım görmüyor. Aşırı eğlence, keyif hatta alkışlar, insanda hayvansal tutkuları ön plana çıkartmakta. Aslında hepimiz; zaafın, zorunluğun ve alışkanlıkların esiriyiz. Bu yüzden de, eksik, kusurluyuz ve mükemmel değiliz.
Bazen öyle bir noktaya gelinir ki; bugün, dünden farksız, yarın da bugünün aynısı olur. Zevk pınarlarından sarhoş olanlar bile, eğlenceden bıkar, içi ve arzuları söner. Kiminde inançlar tükenir. Beklenti, amaç ve gelecek umudu kalmaz. Sadece, kederle dolu bomboş bir hayat. Sevgi muslukları kapalı, ruh da sanki kuru bir dere. Böyle bir ortamdaki çırpınışlar, hiçbir şey yapmamak, hiçliğini anlamak...Kaderin çizdiği, elimizde olmayan durumlarda izlenecek yol, olgunlaşmak, yücelmek olmalı. Bu yüksek, yüce duygularla, erdemlerle, davranışlarla mümkün. Fakat, bunu başaran; akıllı, sabırlı, güçlü, iradeli insan o kadar azki. Gerçeği görmek, kendini bilmek, nefsini yenmek, bencilliği ve hırsları törpülemek lazım bunun için. Bu ise, zahmetli ve uzun bir yol.
Bencillik yerine insan sever olabilmek...İnsan severlik, başkalarının mutluluğunu, kendi tutkularının önünde ve üstünde görmek demek. Güçlü bir zihin hayatınız, uzun ömürlü ruh gençliğiniz varsa; ilerki zor ve yaşlılık günleri için, şanslısınız demek...
Veysel Karani şöyle söylüyor: “Yüksekliği tevazuda, beyliği hayır seVerlikte, şan ve şöhreti takvada (günahtan kaçınma), şerefi kanaatte, züht (devamlı ibadet)te buldum.” Yani; inançlı, kanaatkar, mütevazi olanlar ve hayır severler, huzur ve mutluluğa erişir diyor Veysel Karani.
Tutucu ve katı olmamalı, esneklik gerekli yeni şartlara ayak uydurmak için. Çünkü; sabit bir düşünce ve bir tutum, ya delilikle, ya da kahramanlıkla sona erer,
İnsan, yalnızlığını hep bilmiş ve kendi varlığını, bu yüzden bir başkasının varlığında aramıştır. İşin kaynağı, ana karnındaki durumumuz. Doğumla birlikte anadan kopma ve yalnızlık başlar. Yavrunun tüm arzusu hep anasıyla birlikte olmak. Bu birliktelik; sevginin, güvenin de nedeni. Ana; şefkat, fedakarlık simgesi. Anasız çocuk, ileride mutsuz oluyor, sevgisiz oluyor. Yalnızlık, bunu farketmek, kendini tanımak, acı çekmek ve de arınma çabaları. Aşk acısı da; Adem ve Havvadan başlayan ayrılma ve yalnızlığın acısı değilmi? Birleşme, evlat verme, yaşamın devamını sağlama. Bu da, bir anlamda ölümsüzleşme...
Doğarken de, Ölürken de, düşünürken de yalnızdır insan, bazan kalabalıklar içerisinde bile...Yalnızlıl ve sıkıntı, yaşamın esası. Neden Sonra şiirinin bir dörtlüğünde
“Aşk, dostluk! Hepsi dökülür yapraklar
Çıplak bir ağaç, durgun suda aksin
Yalnızlık dediğin hayatta başlar;
Kabir boyunca devam etmek için” diyor Cahit Sıtkı Tarancı. Aynı şair, Yalnızlığa Dair adlı şiirinin son dizesini de, şöyle tamamlamakta. “Yalmzhk nedir göreceksin öldüğün zaman. Doğru bir tespit ve vurgulama değilmi? Yalnız yaşayıp, yalnız ölen Kemalettin Kami Kamu da şöyle anlatıyor yalnızlığını:
Gözlerinde parıltısı bakır bir tasın
Kulaklarım komşuların ayak sesinde
Varsın gene bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana su yok desinde
Oyun, eğlence, spor, müzik, iş, hobi, dernek ve kulüpler, aile, geziler, sohbetler, yazışmalar, romanlar, aşklar... Hepsi yalnızlıktan kurtulma veya sıkıntıları azaltma yolları, çareleri değilmi? Bunlar, iyi olan tutumlar. Bir de, yararsız hatta zararlı olanları da var, içki gibi, uyuşturucu gibi...İçkide görünmeyen o şeytani ruh, yetmiyor acıları dindirmeye. Orhan Veli, bunu ne güzel dile getirmiş dizelerinde
Dağ başındasın
Derdin, günün hasretlik
Akşam olmuş, güneş batmış
İçmeyip de ne halt edeceksin
Yalnızlık, Tanrıya Özgü. Çünkü o, çok güçlü ve hiçbir şeye muhtaç değil. Biz, arkadaşsız, dostsuz tek başına yaşayamayız. Dost, arkadaş edinememek de, bir yalnızlık biçimi. Kötülük yapanlar, acımasızlar, sert kişiler, diktatörler, Zirvedekiler yalnız kişilerdir, hele güçlerini kaybetip düştükleri zaman. Yaşlılık, hastalık, felaket, ölümler; elimizde olmayan, kaderin getirdiği yalnızlıklar. Bunlara katlanmalı, başetmek için savaşmalı. Gençlikte günler kısa, yıllar uzundur. Yaşlılıkta ve yalnızlık da ise, günler uzun, yıllar kısadır. Fakat zaman, çok şeyi değiştiriyor, yaraları sarıyor. Göz yaşları diniyor, kuruyor, yaslı günler gerilerde kalıyor. Çare, kaçmak değil, sevgi dolu, iyilik dolu gayretler. Sevgi, çok önemli. Çünkü sevmek, iki defa yaşamaktır, yani başarmaktır. Başarı, hataları da gizler. Oysa ki, yenilgiler yetenekleri bile yok eder. Zayıf ruhlar çürür, güçlülerse ruhlarını temizlemek için fırsat olarak kullanır zorlukları.
Yalnızlığın iyi yanlarıda var. En azmdan o, kötü arkadaştan iyidir. Düşünmek için, hayal kurmak için, geçmişi anmak için yalnızlık, iyi bir fırsat. Ayrıca, kendi içimize dönebilir, kendimizle hesaplaşabiliriz. Benlik, böyle anlarda daha iyi hissedilir. En azgın, en neşeli mizacı olanlar bile bazan karamsar düşüncelere kapılır tek başına kaldıklarında.
Bilmezler, yalnız yaşamıyanlar,
Nasıl korku verir insana,
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara
Bir cana hasret, bilmezler diyor Orhan Veli Yalnızlık şiirinde. Tam bir meıankolik hüzün var bu satırlarda. Ama, yalnızlık duygusu, nede güzel am latılımş.
Mevlevilerde, Bektaşilerde çile çekme; içe kapanma, bencilliği yenme) gerçeği görme, erdeme varma ve olgun bir insan olmanın yolu. Bu uhrevi> sessizlik ve sükun içinde derviş, Allah’a yaklaştığı duygusu içindedir. Hz_ Muhammed, Eflatun yaşamlarının bir döneminde içlerine kapanmış büyük insanlar.
Yalnız kalınan felaketlerde destek olma, sıkıntıları paylaşma, yardım; dostluklar işin iyi ve olumlu yanı.
Yalnızlık, unutma, unutulma değilmi? Gülten Akın, “Uzun Yağmurlardan Sonra” şiirinde unutma-unutulma acısını ne güzel işlemiş
Sen; yağmurlu günlere yakışırsın
Yollar çeker, uzak dağlar çeker, uzak evler
Islanan yapraklar gibi, yüzün ışır
Işırsa, beni unutma
Alır yürür sıcak mavisi, gökyüzünün
Kuşlar döner, uzun yağmurlardan sonra, birgün
Bir yer sızlar, yanar içinde, büsbütün
Herşeye rağmen, ellerin üşür
Üşürse, beni unutma
Yeni dostlar, yeni rüzgarlar. gelir geçer
Yosunmuydum, kayamıydım, nasıl unuttular
Kahredersin, başın önüne düşer
Düşerse, beni unutma
Geçmişi, öldü deyip, unutulmuşluk mezarlarına gömemeyiz. Ondan mutlaka bir iz, bir güzellik, bir yara kalır ve bunlar ne gönülden silinir ne de beyinlerden. Bazıları da, kendilerini erkenden yalnızlığa mahkum ediyor, küsüyorlar yaşamdan. Göğsüne sığmıyacak kadar büyük yürek, yüreğl' ne sığmıyacak kadar da büyük gönlü olanlara ne mutlu.
Yazımı; fillozof Maya’nın şu öyküsüyle kapatıyorum. “Bir öğrencisiyle kırda gezerlerken, saçlı, sakallı, yırtık elbiseli yalnız bir adam görürler. Maya, ona sorar: Burada ne yapıyorsun? Adam cevap verir. “Dünya acılarla dolu, insanlar, acı veriyor, onlara güvenemiyorum, kötülüklerden kaçıp burada yaşıyorum”. Maya, öğrencisine döner ve şunları söyler. “İnsan, kendi kendisinden, gerçeklerden kaçamaz. Her zaman acılar, huzursuzluklar oldu ve olacak ta. Yaşamın geceleri gündüzleri vardır. Sen, geceden gündüze koş, aydınlığı bulacaksın. Yalanlar içinde gerçeği ara, onu bulursun. İnsanlar, bunun gibi gerçeklerden kaçsaydı, bugüne, bu gelişmeye erişemezdik. Yaşayış, denizdeki hırçın dalgalara, korkunç fırtınalara benzer. Yaşamdaki her kötülük, her acı, her tehlike aşılması gereken fırtına gibidir. Cesareti olanlar, bunu aşar. Cesaret kaynağı da; içimizdeki iman, düzen ve güvenlik kaynaklarının tükenmezliğidir. Sen, kendinden kaçma, kendini bul, gerçeği ara, aydınlığa koş.”
Hepimize böyle bir yaşam nasip olsun