Günümüzde gelenekle birey arasındaki bağ koptu kopacak. İnsan manasız bir şekilde kendini yitirmeye meyil ederse, temelini yitirmiş, köklerinden kopmuş, tarihe güvenini kaybetmiş, topluma yabancılaşmış demektir.
Savaşlar, bunalım yılları sonrası insanlar bu manasız varlık duygusu içine girip bu hissiyata bürünebiliyorlar. Bir yandan da teknolojik gelişmelerle kendi ürettikleri makinelerin, cihazların egemenliği altına giriyor insanlar. O kadar bağımlılık yaratıyor ki kullanılan teknolojik araçlar, ‘Kullanılan araçlar mı insanın egemenliğinde, yoksa kendi ürettiği cihazların esiri mi insanlar’ sorusu tartışılıyor.
İnsanda erozyon başlıyor…
Teknolojide ilerlerken, genel toplumun özde, benlikte, bilinçte, kişilikte, günden güne oluşan erozyon göz ardı ediliyor. Bağımlılıklar çeşitlenirken, insan tekâmül etmek için kullanacağı zamanını, boş takıntılarla tüketiyor. Takıntılarla ezberci yaşama geçiliyor. İnsanı insan yapan yaratıcılık fikri körleştiriliyor. Yüzeysel ezberci alışkanlıklarla zaman öldüren milyonlar ortaya çıkıyor. Her şeye kolayca erişmek, üzerinde düşünmeden kabullenmek, derinleşmeden sentez yapmadan, kullanmaya başlamak kolaycılığıyla toplumlar kendilerine verilmiş bireysel hayatlarını gün aşırtmak düzeyine getirerek heba ediyorlar.
Sosyalist düzende makinayla birlikte toplumsal üretim düzenine geçilmişti. Bir yanda bireysel mülkiyet ve özgürce sahip olma düzeni varken, toplumsal mülkiyet ve buna uygun yaşam düzeni arasında çelişkiye düştü insanlar. İki düzen arasında bir uyum yoktu. İnsanlar bu yüzden tedirgin oldular.
İnsan kendine yabancılaşmaya başladı. Kimi zaman güvensizlik veren, kimi zaman ezici olan yaşadığı ortamda, anlamsız bir boşluk duyduğu hislerin içine düştü. Boşluk içinde yaşama hissi insanları bunalıma götürdü. Kişiliğinden olma bunalımı toplumdan kopmaya, yabancılaşmaya götürdü. Bu da dolayısıyla bir yalnızlaşma bunalımıydı.
İnsan kendini yalnız ve anlamsız hissederse ne olur?
Günümüze bakınca bu tehlike hem kendimiz için hem de çevremizde yaşananlara bakarsak bu durum hepimiz için var. Üstelik çevremizde yaşananlarla bu durum bizim içimize kadar girmiş durumda.
Günümüzde, savaşlarla, çaresiz bırakılmış insanların ölümleriyle, kendi topraklarında yaşam hakkı elinden şu veya bu şekilde alındığı için göç yollarına düşmek zorunda kalmış insanlarla tarih yine acıları yazıyor. Hastalıklarla, açlıkla, tehditle milyonlarca insan sadece savaşa ve ölüme sürükleniyorlar.
Çağımızın insanı ne yapacak?
Öncelikle bu çağın kişisi kendini tanımak zorunda. Köklerini geldiği yeri iyi bilmeli, kendi özünü yaratmalıdır. Benliğini kazanmak için baskılardan bir şekilde kurtulmak gerekiyor. Teknolojinin kendisini ezen düzenine karşı koyabilmelidir.
En önemlisi kişiliğini yok eden toptancı toplum yapısına, benliğini esir eden zorbalıklara boyun eğmemeli, karşı koymalıdır.
Kendi özünü keşfederken, dayatılmış ezberleri görerek ve bilerek bu toptancı toplum yapısına dur diyebilmelidir.
Hemen duyar gibi oluyorum. ‘Bu o kadar kolay bir şey değil.’ diyenler var ve bu söylemde de ön yargı var aslında. En baştan kendi önümüze duvarlar koyan bu söylemlere itibar etmemek, bir başlangıç olabilir.
Birey olmak, özüne uygun öznelliği yakalamak azminin neresi kötü ki?
Kimi zaman eşitlik söylemleri öne çıkarılıyor. Eşitlik söylemlerine çok fazla itiraz var. Oysa eşitlik yerine, kendi özünde, kendi kişiliğinde, öznel bir yaşam anlayışıyla toplumda paylaşımcı olmak daha güzel değil mi?
Toplumsal yaşam diyoruz ve bu söylem hoşumuza gidiyor, ama sadece toplumsallaşarak hayat yaşanabilir mi?
Öbür tarafta bireysel var oluş ve insanın bu hayatında kendi özünü yaratması da gerekiyor. Toplumsal düzenin dayatmalarının tehlikelerini kavramazsak, yaşam sorumluluğumuz olan birey olma sorumluluğunu yerine getiremeyebiliriz. Bu durumda bazı toplumsal yapıların içinde gözümüzü açtığımızda, atıldığımız bu dünyadaki yaşamımızı heba etmiş olabiliriz. Bunun örneklerini ülkemizde gördük ve binlerce insanımızın nasıl kullanılıp heba edildiğine şahit olduk.
Çevremizdeki onca kişiye rağmen, insanın yaşam sorumluluğunu taşıma mükellefiyeti tek başınadır. Bu durumu çok geç anlayabiliyoruz. Ama en sonunda insanın yaşam sorumluluğu onu tek başına yakalıyor.
Yaşamda kendini nasıl kurarsan, özün o tarzda olacaktır. Seçme hakkı her zaman bireyin kendisindedir. Elbette çevresinden etkilenir insan. Ama seçmeyi ve bu seçimle yönelimlerini tek başına kendisi yapar. Neyi tasarlarsan, tasarladığın o düşünceye yönelirsen, eylemlerinle nasıl uygularsan, varlığının Öz’ü o olacaktır.
Hani derler ya, ‘Edimlerinle kendini gerçekleştirmek’ işte bu söylemin açılımı budur. ‘Özgürlük her şeyin üstündedir’