RÖNESANS REFORM VE TÜRKLER

30/05/2022 21:12 1088

Tarih yazmanın çok önemli zorluklarından birisi, günceli kaçırmak olarak düşünülebilir. Ancak, ben böyle düşünmüyorum. Çünkü, tarih yazmanın aslında günceli anlamak ve hatta geleceğe bilgi ve birikim aktarmak gibi bir görevinin olduğunu da düşünürüm. Bu nedenle, tarihe, geçmiş-bugün ve gelecek arasında bir köprü ve geçiş olarak bakmak gerektir. Tarihe, böyle bakmak ve bakabilmek için tarihi iyi bilmek, yaşanmışlık sıralaması içerisinde bilmek tek başına yeterli değildir. Yaşanmışlığı, yani tarihi bilmenin üstünde bir durum daha var. Nedir o? Tarihi, gerçekçi olmayan görüşler doğrultusunda kullanmamaktır. Bu çok önemli bir konudur. Çocukluğumuzdan itibaren uzun yıllar, II. Abdülhamid’in bir karış toprak kaybetmediğine inandık. Aslında, inandık değil, inandırıldık demek daha doğru. Tıpkı, Truman Doktrini ile Marshall Yardımlarının 1950’lerden sonra olduğuna inandırıldığımız gibi. II. Abdülhamid döneminde bir karış toprak vermenin daha da ötesinde söylenmesi gereken bir gerçek var. 1881 yılında kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi ile ülkemiz ve Türk Milleti Ekonomik Sömürge haline gelmiştir.

Bu gerçekleri neden yazıyorum?

Tarih, öyle, ezberlere yerleşmiş bilgilerle hareket edilecek bir alan değildir.  

Tarihi, topluma iyi ve doğru anlatabilmek için ezber bozmaya ve ezber bozdurmaya cesaret göstermek gerektir. Aksi takdirde, ezberimizdekilerle, ne tarihi doğru anlatabilir, aktarabiliriz, ne de topluma yararımız olur.

Tarih dediğimiz toplumsal dal, sadece kitapta yazılanları okumak, aktarmak ile işleyen bir dal değildir. Ben bu okunan bilgilere gerekli ham bilgi diyorum. Ne kadar ilmî bir ifade onu henüz süzgeçden geçirmiş değilim. Ama, ham bilgi ifadesi ile anlatmak istediğim şudur: Tarih söz konusu olduğunda asıl olan her yönü ile tarihi anlamaya çalışmak, sorgulamak, soru sormak, yazılanlara, aktarılanlara katkı sağlayabilmek. Bu tanım belki her dal için geçerli ama konumuz tarih olduğu için anlatıyorum. Eğer, tarihî olaylara her yönüyle bakmaz isek eksik parçalar kalıyor ve tarih, günümüzü ve geleceğimizi bağlayan köprü olma görevini yerine getiremiyor.

Bu anlattıklarımı kısaca Tarih Felsefesi yaparak tarihi anlatmak, aktarmak, öğrenmek, öğretmek olarak belirtebiliriz.

Bu açıklamadan sonra, başlık konumuza geçebiliriz.

Ne diyoruz başlıkta… Rönesans, Reform ve Türkler.

Biz Türkler, asırlardan beri ezberimize yerleştirdiğimiz bir özeleştiri ile yaşıyor ve geliyoruz. Avrupa ve dolayısıyla o dönemin batısı, Rönesans ve Reform yaptı ve biz bu dönemi ıskaladığımız, kaçırdığımız için onlardan geri kaldık diyerek asırlar geçti.

Bu dediğimiz dönem kaç yıllarına rastlar? Ortalama olarak, 15. Yüzyılın ikinci yarısından başlar ve 16., 17. Yüzyıllarda sürer.

Ortaçağın karanlığından, ortaçağın ağır bunalımından böyle bir çıkış nasıl sağlanmıştır ve nasıl başarılmıştır. Hatta, ortaçağın akıl almaz geriliğinden, vahşiliğnden, kilisenin inanılmaz ağır baskısından nasıl ve neden çıkma gayretlerine gidilmiştir?

Avrupa’nın bir çok yerinde insanın cadı avı ile işkencelere maruz kaldığı, diri diri yakıldığı dönemde dünyanın geri kalan kısımları nasıldı?

Bu soruları sormadan, sorgulamadan 15. Yüzyılı anlayabilir miyiz?

Dünyanın geri kalan kısımları deyince aslında çok karmaşık bir coğrafyadan bahsetmiyoruz. O dönem için - ki zaten adına Eski Dünya denir – iki kıta hareket halinde: Asya ve Avrupa. Amerika henüz keşfedilmemiş, Afrika, sadece Akdeniz’e yakın yerleri bilinen bir kıta.

Yani, dünyanın geri kalan kısımları dediğimizde, ağırlıklı olarak Türkleri karşımızda görüyoruz. Araplar, Hindistanın büyük bir kısmı, İran’ın tamamı, Çin’in önemli bir kısmı Türklerde ve dolayısıyla Asya’nın hemen hemen tamamı Türk egemenliğinde. Avrupa’nın ortası ve doğusu, Afrikanın Akdeniz Havzası tamamen Türklerin egemenliğinde. Öyle ki, bu kadar olağanüstü kara parçasını tek bir Türk Devleti idare edemiyor. Bu nedenle, bir çok Türk devleti var ve bu ölçüye gelmez coğrafyayı paylaşmak için kendi aralarında paylaşım kavgası yapıyorlar, yapmak zorunda kalıyorlar. Çünkü, karşılarında, bunu tersine çevirecek Türk olmayan bir güç yok. Bu müthiş coğrafyanın zenginlikleri de dolayısıyla Türklerin elinde. Bu nedenle, dünya tarihçiliğinde 13., 14., 15. ve 16. Yüzyıllara Türk Asırları adı verilir. Avrupa’nın Türk egemenliği dışındaki coğrafya parçası  hem ortaçağ karanlığını yaşıyor, hem de açlığa mahkûm olmuş durumda. Tek istekleri var: Türklerin elindekilerden biraz yararlanabilmek ve Türklerden artanlardan hayatlarını daha yaşanabilir hale getirmek. Bu arada, İspanya’da Endülüs Devleti de Avrupalıların kendi yaşantılarına uymayan ve son derece etkili bir devlet olarak gözlerinin önünde durmaktadır.İşte, 14. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Türk egemenliği dışında kalan Avrupalıların bir arayış içerisine girmelerinin nedeni budur. Bir son çırpınış olmaz ise, tamamen yok olup gideceklerdir. Türkler İstanbul’u da almış ve tüm Avrupa’ya göz dikmiş durumdadırlar. Kaldı ki, İstanbul’u alan Türk Devleti’ne kafa tutacak güce sahip başka Türk Devletleri de var aynı dönemde.

Avrupalılar, imrendikleri Türk yaşantısından biraz da olsa koparabilmek için yaptıkları her türlü çaba, arayış ve denemelerin sonunda sonuçlara ulaşmaya başlamışlardır. Kilise’nin ağır ve aşırı baskısını kırmak gerektiğini düşünmüş ve Martin Luther ile bu girişimi gerçekleştirmişlerdir. Afrika’nın güneyindeki Ümit Burnu’nu çeşitli denemelerden sonra keşfederek Hindistan’a ulaşmışlardır. Denemeler esnasında Amerika’yı keşfetmişlerdir. Kendilerinde eksiklik olarak gördükleri görsel ve toplumsal alanlarda yeni çalışmalara girişmişlerdir.

Sonuç olarak, biz Türkler, aslında Rönesan ve Reform’u ıskalamadık, kaçırmadık, tam aksine bu gelişmeler Türk’e imrenmek adına yapıldı.

Elbette, can alıcı ve son soru: Peki, biz neden geri kaldık?

Biz, tüm Türk Dünyası olarak çeşitli ve uzun tartışmalara konu olabilecek bir şekilde zayıflama dönemine girdiğimiz 17. Ve 18. Yüzyıllarda Avrupalıların hayata geçirdikleri Aydınlanma Dönemini ıskaladık, kaçırdık, maalesef. 2-3 yüzyıldır onun ızdıraplarını yaşıyoruz. Hemen belirtmeliyim ki, iyi ki bu 2-3 asıra Mustafa Kemal ATATÜRK girmiştir.