Deprem Bölgesinde Çocuk Olmak

09/05/2023 01:46 318




Depremin ilk günlerinden beri depremi yazmaya, yaşadıklarımızı anlatmaya çok korktum. Çünkü yazarsam o anları yeniden yaşayacağımı, içimin yine yanacağını düşündüm. O felaketin ardından üç ay geçti ve elim yazmaya ancak yeni gitti. Evet hâlâ içim acıyor, hâlâ çok korkuyorum. Bunlar geçmedi. Yazmaya cesaret edebildim çünkü ben bugün Hatay’daydım. Bu cesareti Hataylılardan alıyorum.

Sabah erken saatlerde yola çıktık, Hatay sınırına yaklaştıkça kalbimin sıkıştığını hissediyordum. Şehrin içine girerken kendinizi bir film stüdyosunun tam ortasında hissediyorsunuz. Yıkılan binaların, kaldırılan enkazların ardında duran tarifi imkânsız boşlukların ve füze isabet etmiş gibi duran apartmanların arasından yavaş yavaş ilerliyorsunuz. Zamanında, Kıbrıs’taki Kapalı Maraş’ta dolaşırken aynı çaresizlik hissine kapılmıştım. Trafik akıyor, insanlar hayata karışıyor ve devam eden o yaşama ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Şehre girerken yan yana sıralanmış, ağır ağır dönen o rüzgâr türbinleri sanki zamanı yavaşlatıyor, bize adeta yaşananları unutmayın diyorlardı. Unutmak mümkün müydü? Bazıları için evet, bazıları için hayır!

Hatay Büyük Şehir Belediyesi’nin belirlediği bir çadırkente girdiğimizde tüm bu duygulardan, yüzümüze yansıyan dehşetten ve üzüntüden hızlıca sıyrılmaya çalıştık. Çünkü bizi çocuklar bekliyordu. Buraya onlara moral olmaya ve yüzlerini güldürmeye gelmiştik. Yanımızda ise minik hediyeler ve en önemlisi bir sürü kitap getirmiştik. Çakıl taşları ile örtülü bir zemine kurulan çadırkentte çocukların bazıları terlikle geziyor, bazılarıysa hâlâ bot giyiyordu. Oradaki fedakâr görevliler her şeyi hazır etmişti. Kitaplarımla birlikte çocukları karşılamaya hazırdık.

Kapıdan birer ikişer çekingen tavırlarla girmeye başladılar; “Bu kitabın yazarı sen misin abla?” diye şaşkın bakışlarla baktılar gülümseyen gözlerle. Ne kadar çok Yusuf ne kadar çok Mehmet ne kadar çok Zeynep’le tanıştım bilemezsiniz. Hepsi bizim çocuklarımızdı, her biri bizim de çocuğumuz olabilirdi. İsimleri aynıydı ama yaşadıkları farklıydı. Şu an Türkiye’nin en batısındaki bir Zeynep ne yiyip ne içiyorsa onun da aynısını yapması lazımdı. Şu an Türkiye’nin en kuzeyindeki Mehmet nasıl bir eğitim alıyorsa onun da alması lazımdı. Onlar çocuktu ve bu yaşananlar hiçbirinin suçu değildi. Onları bu kaderi yaşamaya mahkûm etmemeliyiz. Elimizden ne geliyorsa az ya da çok oraya ulaştırmalıyız. Onları unutmamalıyız.

İmzalı kitabımı verip sohbet ettiğim her çocuk bende derin izler bıraktı. Fakat içlerinde biri vardı ki aklım sanırım en çok onda kaldı.

“Bundan daha kalın kitaplar da var mı yazar abla?” dedi bana. Daha fazla sayfa okumak ve daha çok kitap istiyordu. Belki de okudukça içinde bulunduğu ortamdan uzaklaşıyor, farklı hayatların içinde yaşadıklarından biraz da olsun uzaklaşıyordu. “Var tabii ki dedim, sen yeter ki kitap iste.” Etkinlik bitene kadar beni beklemesini rica ettim ve gerçekten beni sabırla bekledi. Daha fazla ve daha kalın kitaplar verdim ona. “Bunları bitir, yine geleceğim.” diye söz verdim Yusuf’a.

Oradaki çocukların, kitaplara, deneme sınavlarına ve kırtasiye ürünlerine çok ihtiyaçları var. Çocuklar bir şeyler öğrenerek beslenirler, büyürler ve gelişirler. Bu gereksinimlerini karşılayabilmek için elimden geleni yapacağıma söz verdim oradan ayrılırken kendime.

Etkinlik bitince Adana’ya dönmek için yola çıkacağımızı düşünmüştük ki bunun çok da kolay olamayacağını kısa sürede öğrendik. Destek olmak için gittiğimiz Hatay’da, Hataylılar bizi öyle kolay bırakmayacaklardı. Ben açıkçası Adanalıları misafirperver sanırdım ama yanılmışım.

“Misafirler, Hatay’a ne zaman geleceğine kendileri karar verirler ama ne zaman döneceklerini Hataylılar bilir.” diye bir cümle duydunuz mu? İşte bu cümleyi duyduktan sonra biz de dönüş zamanımızı, o misafirperver insanların kararına bıraktık. Sanki depremi yaşayan, ölümle burun buruna gelen onlar değilmiş gibi bizi mükemmel bir şekilde ağırladılar. Öyle çok mahcup olduk, öyle çok içimiz ısındı ki anlatamam. O güzel insanların yaşadığı Hatay’a daha önce neden gitmediğime, neden Hatay’ın her sokağını karış karış gezip zihnime kazımadığıma çok pişman oldum. Oradaki medeniyet seviyesini nasıl örnek vereyim mesela, yemek yediğimiz yerde farklı masalarda oturan karşıt görüşlü insanların, ki bunu sadece giydikleri yeleklerin üzerlerindeki logolardan anlayabilirsiniz, birbirlerine yan gözle bile bakmadan nasıl oturabildiklerini görerek anlayabilirsiniz. Başka bir şehirde, ortamı savaş alanına çevirecek bu karşılaşmaların Hatay’da nasıl olur da anlayış ve karşılıklı hoşgörüyle harmanlanıp olaysız neticelendiğini kendi gözlerimle gördüm. Bu şehirden gidenlerinse bu şehre yeniden ve mutlaka döneceklerini, memleketlerinin dışında asla başka bir yerde yaşamak istemeyeceklerini de kendi kulaklarımla duydum. İnsan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır. İşte bu özün Hatay’da harmanlandığından hiç kuşkunuz olmasın.

Hatay yaralarını sarmaya çalışıyor, yerle bir olmuş bir şehri yeniden kurmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Birbirine böylesine bağlı insanların bunu kısa sürede başaracağından hiç kuşkum yok fakat hatırlatmak isterim ki çocukları asla unutmamamız gerekiyor. Yüzünü gülümsettiğiniz, günün sonunda başını yastığına umutla koymasını sağladığınız her çocuk, bu ülkenin aydınlık geleceğine ışık tutacak. Bunu lütfen hiç unutmayın, unutturmayın…